Yazarlar

İki Arada Bir Derede!

post-img
  “Her canlı ölümü tadacaktır” Bazı mezarlıkların kapısında yazılı olan bu sözü üstüme alıyorum. Ölümsüz olduğumdan veya ölüme inanmadığımdan değil, insanın doğasına ters düştüğünden.   İnsan kendisini bir şekilde ölümsüz kılmak, arkada bir şeyler bırakmak istiyor. Facebook sayfalarını dolaşırken, bunun doğruluğunu ve iki şekilde yapıldığını fark ettim.   Bazıları suretinin kalıcı olmasını istiyor ve ortamı çarşaf çarşaf resimleriyle süslüyor. Bazıları da sözler ile kalıcı olmak istiyor ve kendisine ait olmasa bile, akıllı sözleri durmadan diğerlerine gönderiyor. Bu kadar önemli sözden sonra, dur be kardeş, artık içimiz dışımız doldu demek zorunda kalıyoruz.   Bazıları da kendi özünü yazarak ölüme direnmeye çalışıyor.  Ama kapının girişinde “Her canlı ölümü tadacaktır” diyor. Madem ölüm kaçınılmaz gibi duruyor, ben de ölüme sorarak direnmeyi deneyeceğim.   Son dönemde kendimi iki arada bir derede hissediyorum. Tarafım bile belli değil. Birileri barış, barış diye bağırıyor, gidip, tamam benim safım burası diyerek yanlarında duramıyorum. Aslında barışa da karşı değilim. Cumhuriyet, Atatürk, laiklik, çağdaş ilkeler diyorlar, onların yanına da fazla yaklaşamıyorum. Karşı olduğumdan değil ama içimden gelmiyor. Her halde aklımdan zorum var benim. Belki de kötü bir çocukluk geçirmişimdir. Belki hiç birisi değil. Yani son zamanlarda tarumarım, tarumar...   Anlatayım efendim. Yüzümde sakal izi bile bulunmazken, Atatürk’ü beğenmez, Lenin efendiyi kendime örnek alır, Cumhuriyet’in faziletlerinden çok devrimin getireceği güzellikleri görürdüm. Gidip görmüşlüğüm yoktu ama Enver Hoca’nın Arnavutluğu cennete çevirdiğini düşünür, sanki orada yaşıyormuş gibi sosyalizmin hazzını alırdım. Mao’ya öykünmüşlüğüm bile vardır arada, Diyalektiği Stalin’den öğrenmenin gururunu yaşamanın da.   Eğer, zihnini açık, bedenini dik tutacak ve kendine yoldaş arayacaksan, sana kesin bir düşman lazımdır. Vardı, onlarda vardı zaten hep. Bir holding’in ne yaptığı ile ilgili fazla malumatım yoktu ama işbirlikçi burjuvayı iyi tanırdım. Onlar, engerekler ve çıyanlar, onlar aşımıza ekmeğimize göz koyanlar, onlar emperyalizmin uşaklarıydı.   Sorsaydınız bana sınıfımızın düşmanlarını, sayardım size bir çırpıda Koç, Sabancı ve Eczacıbaşı’nın adlarını. Sigara ve şeker kuyruğuna girmişliğim de vardır ve o zamanlar anlamazdım bir türlü İstanbul Dukalığı’nın Ecevit’e öfkesini.   Kendimi Anadolu zannederdim. Meğersem Anadolu İstanbul’muş, Devlet, Ordu, NATO, Kontur Gerilla, Cumhuriyet hepsi İstanbul’muş! Bizi bize kırdıran da İstanbul’muş.   Neler oldu, nasıl oldu, ip ne zaman koptu, Dukalık kontrolü neden kaybetti bilemem ama birden Anadolu’da kaplan olduğunu da öğrendim. Yıllarca kapalı çarşılara ve basmacı dükkanlarına hapsedilmiş esnaf erbabı önce belediyelerde sonra genelde iktidar oluverdi birden ve Dukalarla er meydanında aşık atmaya başladılar. Ne aşık atması ama, dukalığın varlığını tehdit etmeye ve onların ellerindeki, avuçlarındakileri almaya başladılar.   Şimdi anladınız mı derdimi. Birileri bütün gücü elinde toplayıp, kimyamızı bozmaya çalışıyorken, dün karşı olduklarım bugün köşeye sıkışmış, korku içinde ve beni dayanışmaya davet ediyor. Onların korkusu aslında ölüm değil, ellerindeki gücü kaybetmek. Beni tavlamak için de daha önce ayakaltına aldıkları değerleri önüme ganimet olarak sunuyorlar.   Şimdi siz benim yerimde olsanız ne düşünürdünüz?    

Diğer Haberler