Yazarlar

Lahey'de kısa bir günden izlenimler

post-img
Brüksel Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi büyük oğlum Cavit, Belçika Kızılhaçı'nın yılda bir, Brüksel Adliye Sarayı'nda düzenlediği "Sanal Dava" yarışmasında oynadığı sanal savcı rolü ile Lahey Uluslararası Ceza Mahkemesi'nde üç aylık ücretli bir staj ödülü kazanmıştı. Cavit stajına 4 Temmuz 2005 günü başladı. Brüksel-Lahey arası 185 km civarında. Lakin mesafeler izafi. Orası da gurbet sonuçta ve dayanmıyor ana yüreği… 3 Temmuz Pazar günü öğleden sonra ailece "Gare Centrale" tabir edilen Merkez İstasyonuna gittik, biletini aldık, perona indik ve treni beklemeye koyulduk. Tren geldi, hepimiz Cavit'i öptük. Onur ağabeyinin valizini içeriye kadar taşıdı. Eşim Güzin gözyaşlarını gizleme gayreti içindeydi. Gururlu ve hüzünlü bakışlarımız arasında tren uzaklaşmaya başladı. Ben babalar ağlamaz rolünü oynarken, Onur merak etmeyin sıra bana da gelecek edasındaydı. Aradan bir hafta geçti. Cavit bir oda bulup yerleşti. Çalışacağı yeri gördü, mesai arkadaşları ile tanıştı. Eksiklerini ve gereksinimlerini belirleyip bize iletti. Geçtim direksiyona, bağladım emniyet kemerimi, düştük yollara… Brüksel, Anvers, Breda, Dordrecht, Rotterdam güzergâhını takiben iki saat bir çeyrekte vardık o meşhur Lahey'e. Cavit'le buluşma noktamız yine Lahey Merkez İstasyonu : Her zaman en kolay bulunan yer! Çevrede yoğun bir insan trafiği var. Her milletten. Esmer tenli olanlar çoğunlukta; belki Afrikalı, belki Amerikalı, belki Surinamlı veya Güney Molükyalı. Upuzun tramvaylar sık sık ve düzenli geliyor. Duraklar bir doluyor, bir boşalıyor. İnsanlar marjinal tipli. Farklı veya orijinal görünmek için olumlu, olumsuz, akla gelebilecek herşeyi deniyorlar. Lâkin estetikten yoksun bence. Her yerde bisiklet. Yolların en sağında yarım şerit genişlikte özel bisiklet pistleri yapmışlar. Özellikle bisikletli aşık çiftler yanyana ve elele gidiyorlar bu yoldan! Trafik kanunu bisikletlerin kırmızı ışıktan geçmesine izin veriyor besbelli. Kent merkezinde bol miktarda Türklere ait işyeri dikkat çekiyor. Konya ocakbaşı, Bursa aşevi, Bingöl bakkalı, Kastamonu kasabı, vb… Uzmanlık gerektirmeyen ailevi işletme türlerinde varlığımız Avrupa'nın her yerinde olduğu gibi burada da kendisini hissettiriyor. Kolay değil günümüz Avrupa'sında geçinmek. Hayat oldukça pahalı. Kentiçi kamusal park yerleri pazar günleri hariç ücretli : 15 dakikası 50 sent, 80 dakikası 2 Avro. Neyse park ettim, aldık eşyaları, taşıdık Cavit'in odasına. Kapının önüne geldiğimizde, Cavit zile bastı. Güleryüzlü, ufak tefek, Güney Amerika tipli genç bir bayan açtı kapıyı ve Fransızca hoşgeldiniz dedi bizlere. İsmi Evelyne'miş, Peru'dan gelmiş, avukatmış, Brüksel Üniversitesi'nde yüksek lisans veya ihtisas eğitimi yapmış, o da Cavit gibi Lahey UCM'de staj yapıyormuş. Çok sempatik birisi, giyinik kırk kilo gelir mi bilmem! Yemiyor, serçe gibi gagalıyor. Bizim de geleceğimizi dikkate alarak olmalı ki epeyce pirinç haşlamış. Bir de soya yağında tavuk eti, brokoli ve kalın dolma biber parçalarını hafif şarap sosunda kavurdu. Birlikte atıştırdık. Cavit'in kaldığı apartman dairesi Hollandalı, gündüzleri Amsterdam'da çalışan, yalnız yaşayan, çocuksuz bir kadına aitmiş. Daire üç oda, büyükçe bir salon, salon uzantısı bir mutfak, salondan çıkılan bir arka balkon, banyo, tuvalettten oluşuyor. Gereksinim fazlası odaları herşey dahil formülü ile öğrenci veya stajyerlere aylık 350 Avro karşılığı kiraya veriyormuş. Kira kontratına arada sırada "yatılı konuk kabul edebilme" özgürlüğünü de koydurmuş mal sahibesi. Odalar "möble" tabir edilen türden. Kentte bizim alışık olduğumuz türden fırın-pastaheneler pek yok. Brüksel o yönden çok zengin. Belki de ekmek tüketme alışkanlıkları pek yok ta ondan. İlk gözlemlerime göre bir Türk'ün Belçika'da mutlu olabilme olasılığı Hollanda'dan daha yüksek. "Mutluluğa giden yol mideden geçer"se eğer. Türk bakkalının olduğu bir yer tarif ettiler. Araya sora bulduk. Önünden geçerken tahmin etmeme rağmen burası olamaz diyerek uzaklaştığım bir bakkal-manav gördüm. Vitrininde Lorenzo yazıyordu. İtalyayı çağrıştıran bir isim. Girmedik. Biraz ilerde köşedeki çiçekçi bayana sorduk. Kulubesinden çıkarak girmediğimiz Lorenzo tabelalı dükkanı gösterdi. Bakmayın Lorenzo yazdığına, onlar Türktür edi. Cavit ile Onur anlamaya gittiler; doğruymuş bizi de çağırdılar. Dükkan önündeki tezgâhta her türlü sebze ve meyve vardı. Karpuzlar kesilmiş ve dilim halinde satışa sunulmuştu. Girerken selamlar, hayırlı işler der demez sağ olasın, hoş geldin agam yanıtı geldi. Kendimi tanıttım, ziyaretimizin gayesini anlattım. Aslen Bursa'lı olduğumuzu, Brüksel'de yaşadığımızı söyledim. Cavit'in başarısına sevindiler. Kendileri de Tunceli'liymiş. Girişin hemen sağında kasa vardı ve dükkan sahibi kasada oturuyordu. Kasanın tam karşısında bir izleme monitörü vardı. Yeğeni veya kayınçosu olan bir delikanlı da dükkan içinde hem denetimi sağlıyor, hem de müşterilere yardımcı oluyordu. Bize demli çay ikram ettiler. Ayaküstü çaylarımızı yudumlarken, ben kasa yanında dükkancı ile sohbet ediyordum. Hollandalı bir bayan iyice olgun bir tek muzu tartıya verdi ve ödemek için elli Avroluk banknot uzattı. Dükkancı da bir güzel bozdu. Dükkancının sistemi iyi kavradığı belli oluyordu. Derken hemen akabinde yine bakımsız bir Hollandalı kasadan seçtiği çürümeye yüz tutmuş birkaç tane egzotik meyveyi tartıya verdi ve çürük oldukları için indirim talep etti. İşinin erbabı dükkancı normal fiyattan şu kadar, ama sen şu kadar öde yeter dedi. Muameleden memnun kalan adam bunun üzerine bir de bir dilim karpuz aldı. İki Avro tuttu bir dilim karpuz. "İki Hollandalı bir Yahudi eder" sözünü çok duymuştum daha önce. Çok cimridirler anlamına. Arabalarının arkasına bağladıkları karavanları ile gezerler. Gittikleri yerlere (özellikle Belçika Ardenlerine) konserveleri ile gelirler ve mecbur kalmadıkça para harcamazlar. Hollanda halkının çoğunluğu hristiyanlığın protestan kanadındandır. Belçikalıları pek sevmezler ve Belçikalı Flamanların konuştuğu Flamanca ile dalga geçerler. Halbuki kendi dilleriyle Flamanca arasında sadece şive ve bazı ufak tefek telaffuz farklılıkları vardır. Fransızların da Belçikalı Valonlarla dalga geçtiği gibi… Dalga geçen geçene; dalgasız yaşanmıyor sonuçta! Biz aradığımızı bulmuştuk. Vedalaştık ve ayrıldık. Cavit bizi kent merkezine götürmek istedi. Tramvaya bindik. Hepsi ön tarafa bakan oturaklı, uzun tramvaylar. Duraklar özel sit üzerinde araç trafiğinden korunmalı. Hemen bir bilet denetçisi geldi; güleryüzlü ve kibar. Merkezde Buitenhof (Dış bahçe) denilen yerde indik ve "La Luna" tabelalı kafenin terasına oturduk.  Tanesi 2,50 € dan 2 caffiato (buzlu kapüçino), 1,80 € dan  2 kahve ve 2 € dan 1 soda ısmarladık. 10,60 € tuttu. Garson kıza 40 sent bahşiş bıraktım; çok sevindi. Çevrede emperyal sömürgecilik döneminin mimarisini anımsatan binalar var. Önlerinde nedenini bilmediğim Fransızca "Les Deux Villes", "La Maison de Bonneterie" gibi yazılar var. Masanın üzerinde bulunan mönüde yeme veya içme konusunda bir çeşitlilik, bir albeni göremedim. Ah benim güzel Belçika'm : Allah sana zeval vermesin! Sonra eve döndük. Onur'un en büyük dostu ağabeyi Cavit'tir. Ekim ayı başına kadar görüşemeyecekler. Baktım hiç ayrılmıyorlar. Onur'a sen bu gece ağabeyinin konuğu ol, yarın trenle dönersin dedim. Biz döndük, onlar kaldılar. Biraz önce telefon ettiler. 19.05 treni ile dönecekmiş. Mutlu ederek mutlu olmak öylesine güzel ki!    

Diğer Haberler