Yazarlar

Estetik Hesaplaşma ve aklın vıcıklaşması

post-img
Olay, bu sitede Ubeydullah Günel’in, “İslamcı Erol Nasıl Çıldırdı romanını harika yapan nedir?” adlı yazısıyla başladı. Daha önce “Nihat Genç’in yeni romanı yine harika “ başlıklı bir yazım yayımlanmıştı, Günel’in yazısı buna cevaptı. Ubeydullah Günel’in yazısı altına koyduğum yorumda kısaca görüşlerimde ısrar etmiş, yazarın Cengiz Gündoğdu’yu sıklıkla rehber alan ifadelerine karşı da “Gündoğdu kötü eserleri başarıyla eleştirir, ama iyi eserlerden pek anlamaz” yollu birkaç söz etmiştim. Bunun üzerine devreye Sadık Albayrak arkadaşım da girmiş ve kendilerinin “nesnel” edebiyat eleştirisi yaptığını, benim ise öznel yargılar ileri sürdüğümü belirtmişti. Ne de olsa Cengiz Gündoğdu’nun “Estetik Kalkışma” adlı tuğla gibi bir eseri vardı ve yargılarını burada tüm ölçütleriyle geniş biçimde temellendiriyordu. Benim görüşlerim ise afakiydi. Günel de bunu destekler yönde, bir yargı belirteceksem böyle kapsamlı bir inceleme temelinde belirtmem gerektiğini, bunu benden beklediklerini yazdı. Yani anlayacağınız tuğlaya karşı benden tuğla isteniyordu. Fakat işin garibi ben roman yazarıyım, Gündoğdu ve bu arkadaşlar eleştirmen… Toplamı dört beş tuğla edecek basılmış 12, internette çıkmış 2 romanım var. Ancak eleştirmen olan bu dostlar bunlar üstüne tek kelime etmemişler. Sadece Gündoğdu başka yazıları arasında bir iki kez birkaç cümle sarf etmiş, o kadar. Ama burası Türkiye, her şey tersine, eleştirmeni eleştirmek madem romancıdan bekleniyor, öbür kimliğimi öne çıkarayım ve bu işi yapayım. Ne de olsa aynı zamanda bir kuram yazarıyım, edebiyat eleştirmeni sayılmasam da. Fakat sizin anlayacağınız tuğla mı olur, duvar bloğu mu olur, kalınca bir kütle işte geliyor. Bir edebiyat eleştirmeni olmasam ve bu işten para kazanmasam da, olumlu ve olumsuz eleştirilerimle pek çok kitap üstüne yazılar yazdım. Bazı edebiyat eleştirmenleri o kadar kitap eleştirmemiştir. Ayrıca sanatın ve edebiyatın felsefesine, kuramına değgin çok yazı yazdım. Bunların bir kısmı kitap bölümleridir. Birçok şeye tutarlı ölçütler koymaya ve bu ölçütlere bağlı kalarak nesnel yargılara varmaya çalıştım. Ama herhalde her kısa yazıda veya buranın bin vuruşluk yorum kutularında mevcut inceli kalınlı yapı malzemelerimi gösteremem. Şimdiden bir örnek vermek gerekirse yine bu sitede yayımlanan “Fethi Naci’nin roman eleştirisinde yöntem ve ölçütler” başlıklı yazıyı anımsatırım. Hepsine tek tek geleceğiz. Yeter ki benden nesnellik ve ölçüt beklensin… İlerici siyasetin bile ölçütlerini koyma ,  solculuğu ve sağcılığı bile rakamlarla ölçme  derecesinde hastasıyım nesnelliğin. Demek ki bu yazı dizisinde eleştiriye en yakınımızdakilerle, dostlarla başlayacağız. Araştırmalar, şizofrenlerin ortalama insandan daha fazla saldırgan olmadıklarını gösteriyor. Ama şizofren saldırganlıklarının büyük bölümü yakın çevreye, hatta aile içi bireylere yöneliyor. Dostça bir bilgi akışı sağlanacağını, iyi bir tartışma yürüyeceğini umuyorum. Deliyiz, ama deliliğimizin bilincindeyiz. Bir sorun da tabii şu: Yazarız da bunları kim okur? Geniş kitlelerin, en kötüsü kendini aydın, akademisyen, edebiyatçı falan sananların beyni vıcıklaşmış. Son derece pespaye yazarlar ve vasat eserleri bol okuyucu ve “fan” buluyor. Vıcıklaşan akıllara vıcıklık nedir, nasıl anlatacaksın. Olsun, madem istendi, toparlayalım. Ortaya koyalım. Bir yerde bulunsun. Nasıl olsa başvuranlar çıkacaktır. Yalçın Küçük ve Estetik Hesaplaşma O halde konuya “Estetik Hesaplaşma” ile başlayalım. Yalçın Küçük’ün 1987’de çıkan kitabı. Tekin Yayınevi’nden. Taylan Kara birkaç kez şunu söylemişti bana: “Yalçın Küçük yaşamı boyunca yalnızca bu kitabı çıkarsaydı bile çok büyük bir iş yapmış olurdu.” Okuyup okumadığımı sordu bana, “Muhtemelen okumuşumdur, ama hatırlamıyorum” demiştim. Bu işe girişince ilk o kitabı bulup okumak elzem oldu. Kitaba şöyle bir bakınca daha önce okuduğumu anladım. Hele bir “Yapısalcılık” bölümü var ki, yıllardır kendi kendime “Yapısalcılık üstüne çok iyi bir yazı okumuştum fi tarihinde, ama nerede?” diye sorar, her yanı araştırır, bulamazdım. İşte o da kitabın içindeymiş. Yapısalcıların yapı.. yapı.. diyerek aslında bilimsel olarak bir anlam ifade eden ve hatta bilimsel düşüncenin temellerinden biri olan yapı kavramını, gelişim çizgisinden, tarihinden, bağlantılarından ve bütünlüğünden kopararak nasıl anlamsızlaştırdıklarını yetkin bir dille ve ayrıntılı olarak anlatıyor Küçük.  “Yapı olmadan bir hiçiz” hakikaten ama yapısalcıların elinde yapı nasıl hiçleştiriliyor, ne komik durumlara düşüyor, onu çok güzel ortaya koyuyor Küçük. Ve bunu 1987’de yapıyor. Postmodernizmin temellerine Saussure’ü, Foucault’su ile, Türkiye’de Tahsin Yücel, Adnan Benk, Berke Vardar ve Melih Cevdet’iyle ilk darbeleri vurmuş oluyor. Bu kitapta postmodenizmin sözü edilmiyor gerçi ve ayrıca Hoca Freudculuktan da kopmuş değil, ama yapısalcılık eleştirisi cidden  esaslı. Yapısalcılık, o zamanın meşhurları (bugün de öyledirler) Barthes, Berger cambazlarının eleştirileri bir yana, Estetik Hesaplaşma’da en büyük yer Kundera’ya ayrılıyor. Bu iğrençlik yazarının anti-sosyalist Batı alemince nasıl iyi bir romancı, bulunmaz bir düşünür gibi parlatıldığını, ama soysuzluğun aslında ne çukurlara kadar indiğini belgeli, kanıtlı, nesnel ve de öznel olarak bir bir ortaya koyuyor. Türkiye’de onu pazarlayan kimdir? Murat Belge ve İletişim ekibi. Arkalarında sağlı sollu köşe yazarları ordusu, bütün bir medya. Olay sadece bir mal pazarlama ve para kazanma davası değildir, arkasında ideolojik kirli hesaplar vardır: Dünya emperyalist-kapitalist sistemine kafa direncini kırmak. Beyinleri çürütmek.Eylülist rejim siyaseten ve fiziksel olarak solun belini kırmıştır, şimdi akılları da teslim alması gerekmektedir ki diktasını pekiştirebilsin. Bu dev dalgaya o dönem neredeyse tek başına Yalçın Küçük direnir. Daha önce de Ahmet Altan, Latife Tekin merkezli “Küfür romanları”nın ipliğini pazara çıkarmıştır. Şimdi de Kundera saldırısını püskürtmeye çalışmaktadır. Bunun o kadar eski bir tarihte, “eylülist” rejim henüz işkencesi, zindanı, mahkemesiz infazlarıyla saldırırken yapılması, bu kadar çabuk bir refleks gösterilmesi önemlidir. Çok önemlidir. Bu çalışma sadece önünde saygıyla eğilmeyi hak etmiyor, onu boş verin, bugün de okumayı, okunması için çaba harcamayı gerektiriyor. Aslında aynı dönem 80 Darbesi’yle tamamen ezilen sosyalist sol, o darbe sonrasındaki birkaç yılda çok kötü geçen sınavını unutturabilecek bir direniş gösteriyordu cezaevlerinde. Peki ideolojik ve kültürel alanda niye meydan bu kadar boşaltılmıştı. Hadi sosyalist örgütler henüz bellerini doğrultamamışlardı. Bugün çoğu yaşamayan, bazıları hayatta solun büyük yazarları, edebiyatçıları niye ciddi bir tepki örgütlemek bir yana, birkaç yazıyla da olsa destek vermiyorlardı? Yalçın Küçük aslında normal olanı yapıyordu, ama yığınla sol sosyalist aydın eylülist rejimi özgürlükçülük maskesi altında çoktan benimsemişti. Bunların önemli bir bölümü siyaseten samimi veya gayri samimi bir ruhla darbe sonrası iktidara muhalefet ediyordu. Ama ideolojik anlamda, kültürde, sanatta nasıl bir şeyler tezgahlandığını fark edebilecek akıl düzeyinde değildiler. Ne olacak ideolojik alanı İletişim ve benzeri çevreler ele geçirse? Ne olur sanatta solculuk biraz pembeleşse? Ne olur Kundera’nın yazdığı çok beğenilse? Ne mi olur? Düşkün karakterli yazarları ve onun yarattığı düşük karakterli kahramanları beğene beğene bir muhalefet sözde muhalefet haline gelir, karaktersizleşir. Olacağı buydu ve oldu. Yalçın Küçük’e bu çabalarında edebiyat içinden sadece Fethi Naci’nin destek olduğunu öğreniyoruz. Başka ad geçmiyor. Edebiyat dışından da İlhan Selçuk. Ötekiler neredeyse silme Kunderacı olmuştu veya bunun ne anlama geldiğinin farkında bile değildi. Akıl çürümesi daha o zamandan her yanı kokutmuştu, ne çare ki burunlar çok kısa sürede alışmıştı kokuya. Şimdi yine liberaller (kapitalizmin sağ ve sol görünümlü sözde özgürlükçü insanları) medya, edebiyat, sanat, yazı çizi aleminde ezici çoğunlukla baskın. Üç yüz sözcüğü geçmeyecek kelime hazneleri, otuz kırkı geçmeyecek cümle kalıplarıyla müthiş bir egemenlik kurmuşlar ve kendilerini eleştiren herkesi sığlıkla, cahillikle veya faşistlikle suçlayıp düşünsel orgilerine devam ediyorlar. Geçenlerde Taylan Kara’nın tamamı olgulara, bilgilere ve belgelere dayanan ve bunların üstüne son derece basit sorular içeren yazısının altında gördüm. Birkaç yorum. Birisi şöyle örneğin: “Bu kadar sığ bir yazı okumadım.” Sende herhangi bir cümleyi sağlıkla kavrayacak bir beyin dokusu bırakmış mı eylül rejimi a bilmişim? Oysa 87 yılında yazılmış bu kitap, tek başına onların tüm kağıttan kalelerini ezebilir. Niye ezmiyor peki? Biz bu davayı neden kaybettik? Neden neredeyse tüm beyinler kaptı o eylülist virüsü, ansefalit neden bu kadar dirençsiz yayıldı ve neden tüm beyinler vıcıklaştı? Bunun nedenlerine tek tek eğileceğiz. Belki bir tedavi umudu doğar diye. Estetik Hesaplaşma aşısının bir süre tuttuğunu ve vıcıklaşma yaratan beyin iltihabı salgınının biraz gerilediğini görüyoruz. Önce “Edebiyat Dostları” dergis ve çevresi çıkıyor ortaya. Osman Çutsay ve arkadaşları. Ama direniş uzun sürmüyor. İlkin kendi içinde vıcıklaşmalar başlıyor, sonra hareket dağılıyor. Sonra İnsancıl çevresi çıkıyor ortaya. Cengiz Gündoğdu ve star sistemi kavramı… Direniş artıyor. Bu süreçte sosyalist siyasi hareketler içinden de cılız da olsa direniş odakları beliriyor. İdeolojik ve kültürel anlamda. En güçlüsü SİP ve sonra TKP çevresi. Bu cereyanla ılımlı sosyalist edebiyat dergileri ve insanları da daha cesaretli çıkışlar yapabiliyorlar. Sonrası… Sonrası yine tam bir fiyasko. Eylülist salgın neredeyse tüm beyinleri yürüyen ölülerin beyinlerine döndürüyor. Konuştuğunu zanneden hırlayan, düşündüğünü sanan ama sayıklayan kafalar… Tekrar yeniliyoruz, eziliyoruz, cesetler üstümüzde tepiniyor… Hepsine tekmili birden dokunacağız. Şimdiii… Nedir bu sanat eleştirisinde nesnellik, nedir bu gerçekçilik, nedir modernizm, nedir postmodernizm? Mehmet Yılmaz’ın hazırladığı, Ütopya Yayınları’ndan 2012’de çıkan bir kitap:Sanatın Günceli, Güncelin Sanatı. Bu kitapta daha çok plastik sanatlar açısından bakarak sanatın kuramına ayrıntılı giriliyor. Orada bir bölümde ben dahil dört yazar söyleşiyor. Kitapta ifade ettiğim görüşleri biraz kısaltarak aynen aktarıyorum: Kaan Arslanoğlu: Söyleşiye Marx’tan seçilen o alıntıyla girmek isabet olmuş. Olayı, tüm gerçekliği, gerçekliğe ulaşma çabalarının gerçekliğini çok iyi özetliyor tek cümlede.

Diğer Haberler