Yazarlar

Sultan Murathan’ın 'Londra Seferi'

post-img
Günümüz Türk edebiyatını parmağında oynatan “oligarklardan” birinin son Londra seferinden hareketle, sormak farz oldu: Bunlar dışarıya, daha doğrusu Batı’ya gittiklerinde neler anlatırlar? Hiç dikkat ettiniz mi? Daha doğrusu, Batı neden sadece bu birkaç kişiyi muhatap alır? “Süper yazarlar, şairler vs.” oldukları için mi? Bulunmaz Hint kumaşıdırlar da ondan mı yoksa? Sakın “Uşak aranıyor!” ilanına ömürleri boyunca en içten ve “sanatsal” başvuruları yaptıkları için olmasın? Bir meslekten ve bir sektörden söz ediyoruz. Ayrıca, Türk edebiyatı, uzun zamandır oligarşik bir dikta rejimiyle “yönetiliyor” ve biz, oligarkların hükmedenden çok hükmedilen olduğunu iyi biliyoruz. Peki. Ruhlarındaki hizmetkârlığı, yani uşaklığı ifade eder, tabii patronlarına da kibar bir dille “Bizi fazla görmezlikten geliyorsunuz!” diye sızlanırken, hep aynı silahı kullanırlar: Her çıkışlarına daima “mağdur ve müşteki” bir ton yapışık durur. Somut örnek mi? Türkiye’den Avrupa başkentlerine veya “edebiyat merkezlerine” davet edilenlerin oralarda neler söylediklerine bir bakın, görürsünüz. Türk edebiyatı, klasik sağın, yani İslamcı-Türkçü bayağılıkların değil, 1970’lerin soluna musallat olmuş “kültür karşıdevriminden” beri, sola bulaşmış ve piyasa gülü halini almış bir avuç hükümranın elinde can çekişiyor. Yine 1970’lerin bir sloganıyla: “İktidarda bir avuç zorba!” Murathan Mungan, bunlardan, yani “ahı gitmiş, vahı kalmış”lardan biri aslında. “Yüksek Topuklar” gibi bir felaketi roman diye piyasaya sürdüğü andan itibaren eline kalem değmemesi gereken bu zat, Türkçenin sayısı pek fazla olmayan “ihraç malları” arasında yer alıyor, malum. Orhan Pamuk, Elif Şafak, Yaşar Kemal, Aslı Erdoğan’la falan sağa sola bu kadar çağrıldığına göre, revaçta olmadığını kimse iddia edemez. Bir süre önce de Londra’ya gittiğini, “Türkiye Odak Ülke” programında Londra Kitap Fuarı’nda kapanış konuşması yaptığını ve Babil Kulesi’ni anlattığını, Türk gericiliğinin ana zehir deposu Birikim dergisinden öğrenmiş bulunuyoruz. Hazretin, tereciye ter satmayı edebiyat sandığı söylenebilir. Ama galiba asıl önemlisi, içinden çıktığı cumhuriyeti, dili ve aydınını -kendisinin niçin aydın olamayacağını bir başka vesile-i haseneyle tartışırız- tek tük değerli buldukları dışında neden hiç beğenmediğini “ihsas ederken”, yani gerekli sinyalleri gönderirken, Batı’nın dinsel (demokratik) kavramlarıyla taklalar atmayı iyi bildiğini kanıtlamış. Bunu, Türk gericiliğinin en verimli havuzu Birikim sayesinde öğreniyoruz: “Edebi üretimin mümkün olması için gereken en temel koşullardan biri de düşünce ve ifade özgürlüğüdür.. Düşünce ve ifade özgürlüğü üstündeki baskılar, hiçbir ülkenin iç sorunu, ülke yönetimlerinin tasarruf hakkı olarak görülemez. Bu bir dünya ve insanlık sorunudur bugün. Çocukluğum ve gençliğim on yılda bir yapılan askerî darbelerle geçti. Kitaplar toplanıyor, yasaklanıyor, yakılıyordu. Kitap bir suç ve korku nesnesiydi. Benden önceki kuşaktan pek çok yazar, çevirmen, aydın hapse atılmış, işkence görmüştü. Bugün bu konuşmayı yapabiliyor olmamda hepsinin hakkı vardır.” (Birikim, Nr. 289-290, s. 13.) İyi de, hiçbirini söz etmeye değer bulmadığı çok sayıda yazar ve gazetecisi zindanda yatan, o zindanlardan yeni yazarlar çıkaran bir ülke ve dilden geliyor Mungan. Onları değil, AKP’nin de pek düşman göründüğü geçmiş hapis ve işkenceleri hatırlatıyor. Bu arada, tüm dünyayı bir komünist şaire karşı uygun bir dille uyarmayı da ihmal etmiyor: “Türk şiiri yalnızca Nazım Hikmet’ten ibaret değildir kuşkusuz.” Türk şiirini övmek için Nâzım’ı “eski” tahtından indirmek gerektiğini biliyor. Oldu... Sonuçta bir ihracatçının hezeyanlarıyla karşı karşıyayız. Konuşmasının bir bölümünde “Anglosakson kültür merkezli Batı yayımcılığının kendi içine kapanmasından” yakınırken, hamamın namusunu çok kolay kurtardığı inancında olduğunu anlıyoruz: “Anglosakson merkezler, dünyadan farklı, ayrıksı örnekler aramak yerine, kendi edebi trendlerine uygun, Batı merkezli gündeş eğilimlerle, Batıyı merkeze koyan bir evrensellik anlayışı gözetilerek tasarlanmış kitapları görmektedir. Hele oryantalist beklentiler konusuna girmek bile istemiyorum.” Pek bir eleştirel, hatta muhalif olunuyor böylece: “Biz Batı dünyasına bakanların perspektifinde o dünyaya ait pek çok şey görülürken, bize bakanların perspektifinde ne yazık ki pek az şeyin görüldüğü kanısındayım. Türkiye’den çevrilen her üç kitabın ikisinin kapağına ille de bir cami görüntüsü koyma ihtiyacı şu söylemek istediğim için iyi bir örnektir.” Bunlar, sıradan bir ihracatçı hırsının sızlanmaları kabul edilebilir. Kendi ürünlerine piyasalarda hak ettiği yerin verilmesini istiyorlar ve işin acısı bunu hak ettiklerine de kendilerini inandırmış durumdalar. İşte, tam da bu, gerçek Türk gericiliğidir. Türk gericiliğini Türkçü veya İslamcı tetikçiler değil, bazıları moda gereği pek bir anti-Türk falan da geçinseler, asıl bu kesimler temsil ediyor. Zavallılıkları, Ahmet Hamdi Tanpınar hariç, Batı’da Bilge Karasu’yla, Sevim Burak’la, Sait Faik’le falan puan toplayabileceklerine inanmalarından bellidir; bu inançlarıyla dünyalık yapabilmiş kurnaz tüccarlar kulübündeyiz. Tanpınar’ın, Türk gericiliğinin tüm sınırlarını berhava eden bir büyük istisna olduğunu, 12 Mart günlerinde bir Türk marksisti olan Selahattin Hilav’ın, zamanımızın ünlü bir “hizmetkârı” Hilmi Yavuz’a verdiği unutulmaz yanıtlardan beri iyi biliyoruz. Çağdaş köylü zekasına (“demokrat”) daha iyi bir örnek bulamayız. Peki, ne oluyor? Şu: Biz, bunları engelleyemeyiz. Bu köylülük kokan ihracat hırsını, bu inkarcı tüccar kurnazlığını, bu kana susamışlığı ve bu talebi elbette engelleyemeyiz. Sol bir iktidarla yeni ve sosyalist bir toplum kurmaya başlamadıkça, bu yağmurların altında sırılsıklam olmaya ve erken ölmeye mahkumuz. Son derece örgütlü bir dünya gücüdür karşımızdaki. Bize, bu örgütsüzlük ve entelektüel tevazuyla sadece rezil olmak kalıyor. Her yerden örnek verebiliriz. 60’ların ve 70’lerin solcusu olan ve zaman içinde Alman medyasında bir yerlere gelmeyi başarmış bir gazetecinin, Osman Okkan, geçtiğimiz yıllarda Türk edebiyatıyla ilgili üretip piyasaya çıkardığı ve bazı bölümlerini Fransız-Alman kültür kanalı Arte’de de yayımladığı belgeseller de öyleydi: Komünist veya komünizan, daha doğrusu Türkiye ve reel sosyalizme sahip çıkmış Türkçeli bir yazarın Batı’nın gözünde hiçbir değeri olamaz. Piyasa için üretime odaklanmış ve varlığını da bu piyasanın talebiyle tanımlayan hangi yazar, böyle bir hata yapar? Nâzım anomalisi, zamanla yerini gençlere bırakacaktır. Zaten Nâzım’ın her şeyi anlatılmış, öyle ki, komünist inadı artık gülümsenerek karşılanan bir çocukluk halini almıştır. Nâzım’ın komünizmden arındırıldığını biliyoruz, yaşıyoruz. Bunu Türkçü ve İslamcı gericiler değil, böyle liberal faşistler, daha doğrusu “neoliberal demokratlar” hep birlikte başardı. Bizimkilerin Batı’yı pek bilmemeleri anlaşılabilir. Batı’nın, Arap dünyasını veya Türkiye’yi bildiğini zaten iddia eden yok. Bilmedikleri için yağmalayabiliyorlar zaten. Ama bu tür bir hizmet ve hizmetkârlık, isteyen uşaklık da diyebilir, varlığını sosyalizme borçlu ve belki kuruluşundaki üç-beş yıl hariç her zaman sosyalizm düşmanı yöneticilere sahip olmuş Türkiye’yi tüm aydınlanma çabalarıyla birlikte sıfırlayarak, böylece sosyalizmi tamamen yok sayarak, parsa toplayabileceğinden emindir. Sorun bunlar değil. Sorun, bugün artık bu cehaletin sınırlarını açıkça gösterebilecek örgütlü bir çıkışın Türkçede olmaması. Sözde karşı olduğu Türkçü-İslamcı hezeyanları bahane edip kendisini reddetmeye teşne Türkçeli yazarların (“Mungan & Co.”) trajedisi biraz da burada aranabilir. Hep birlikte omuz verdikleri AKP’nin demokratik darbesiyle paramparça edilmiş Türkiye’nin, şimdi, bu parçaları ve Batı’ya uyan renkleriyle dikkate alınmasını rica ediyorlar. Yalvarıyorlar. Umur gördüler, faşizmlerimiz bunlara yaradı, para ve ün sahibi oldular, şımardılar, şimdi de düşük maliyetleriyle Batı piyasasında daha fazla mal pazarlama hakkı rica ediyorlar. Asıl uşak kuşak bunlardır. Artık unutulmuş bir kavramlaştırmayla “57’liler”, yani Murathan Mungan ve hayranları, bir sektörün elemanı olmak anlamında, yani bir hakaret olarak görülmemesi gereken adlandırmayla, gerçek uşak kuşaktır ve bugünkü bitirilen Türkiye’nin hazırlayıcılarıdırlar. Çoğu belki de uşak doğmuştu. Ama bazıları genç ömürlerinde Türkiye ve dünyada yükselen sosyalizmin rüzgarına hiç kapılmamış değildi; işte o iğvaya kapılanlar bir ara doğruya değip geçmiş, sonra tekrar yola getirilmiş olmalıdır. Bunların içinden “kült” imzalar da çıkarıldı, ama kült de olsalar, “kitsch”tiler. Şimdi birer kitsch olarak Batı’nın kitsch bahçesinde kendilerine diğer bahçe cüceleri arasında yer arıyorlar. Kültlerimiz kitsch’tir. Murathan Mungan, bazılarının vasatisi yüksek şiirleriyle değil, ama özellikle “Yüksek Topuklar” ile birlikte bir kitsch anıtıdır. Ama bütün bunların elbette fazla bir önemi yok. Bizim bu seferi konu edinmemizin, böyle dokundurmalar yapmamızın nedeni de bu tür bayağılıklar değil. Uşaklıklar falan hiç değil. Başka bir şey. Şu: Türk edebiyatı, tam da budur. Murathan Mungan ve kafadarları, bu adamı Türkçe edebiyatın en iyileri arasında sayan zihniyet, “bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili”dir artık. Buna ancak köklü ve örgütlü bir devrimci çıkışla yanıt verilebilir. Edebiyatı falan kurtarmak için değil. İnsanı kurtarmak için ve gerekirse bu edebiyatı yerin yedi kat dibine gömmekten de kaçmayarak. Bu edebiyatla yaratılacak insan tipi, yeni barbarlığın tüm versiyonlarını içeriyor çünkü. Gelmek istediğimiz nokta burası, yoksa Batı’da “cerre çıkmış” böyle oligarkların ucuzlukları değil: Edebiyatla ilgilenen genç “Türkçelilerin”, bu mümessilleri hak ettikleri ahırlara tıkmak için harekete geçmeleri gerekiyor. Tabii “halkçı-gerçekçi maniler” falan yazarak yapamazlar bunu. Entelektüel bir şiddet örgütleyerek yaparlar. Dergi, sadece bir ilk adımdır. Ya yapmazlarsa? Yapmazlarsa, Munganların ezip geçtiği koyunlar olarak tarihteki yerlerini alırlar. Tarihteki yerimizi alırız. Zaten oradayız. Ölülerimizi gömmezsek, bir adım bile atamayız. Bu iğrenç Londra Seferi’nin bizim için başka hiçbir anlamı yok.

Diğer Haberler