Yazarlar

Hayatım Roman Değil, Saçma Sapan Bir Hikaye (5)

post-img
İzmir’e gitmekten daha zoru, “ondan” uzak kalma düşüncesiydi. Bir yıldır çıkıyordu lise aşkıyla. Gözden ırak, gönülden ırak sözünün doğru olmadığını kanıtlaması gerekiyordu. Gitmeden önce son kez parkta buluşup birbirlerine söz verdiler. Sık sık mektuplaşacaklar, fırsat buldukça Can Bursa’ya gelecekti. Şeşe’nin ailesinin haberi olmadığı için telefon imkansızdı. İzmir’de kayıt yaptırdığı gün, rektörlük binası önünde kendisi gibi kayıt yaptırmaya gelmiş iki kişiyle tanıştı; Murat ve Cengiz. Bursalıydılar üstelik. Bir kaç saati birlikte geçirdikten sonra bilhassa Murat’la ahbaplığı ilerletti. Kafaları uyuşmuştu. Akşamına da birlikte ev tutmaya karar verdiler. Fakülte ikinci kordondaydı. Bornova’dan her gün gelip gitmekten şikayetleri yoktu. Anfiye girmeden önce posta kutusuna bakmak Can’ın günlük rutiniydi. Şeşe’den mektup gelmişse kalbi hızla atıyor, ilk zamanlar etraftan da duyuluyor mu endişesiyle sağa sola bakınıyordu. Hemen o gece sayfalar dolusu bir mektubu özenle yazıp sabah postalıyordu. Yıllar böyle geçip gitti. Şeşe mezun oldu ama Can’ın okulu uzadı. Birbirlerine dört yıl ayrı kalabilmek için söz vermişlerdi. Artık tahammülleri tükenmişti. Aileler birbiriyle tanıştırıldı, adetlere uygun kız istemeler, nişan, kısa bir süre sonra da düğün. Anadol kamyonete sığacak kadar bir eşyayla İzmir’in yolunu tuttular. 3 ay sonra ilk yolcularından haberdar oldular. Bembeyaz, çok güzel bir kızları oldu. Adını Hande koydular. Can çocukları zaten çok severdi. Hatta kayınvalidesi onun sokaktaki çocuklarla bile oynayıp şakalaşmasını gördükçe Şeşe’ye; “Allah bazen çok sevdiğin şeyleri vermez. Acaba bu kadar çocuklara düşkün olan Can’ın da çocuğu olmayacak mı?” diye safça sormuştu. Evlilikti, çocuktu derken Can bir yıl daha uzattı okulunu. Şeşe bebeğe bakıyor, Can da bir hukuk bürosunda çalışıyordu. Bu sırada Şeşenin ingilizce öğretmeni olarak İstanbul’a tayini çıktı. Bu durum onları ne kadar zorlasa da, memuriyet hakkından mahrum kalmamak için, hiç olmazsa bir yıllığına İstanbul’a taşındılar. Yaz tatilinde Bursa’ya döndüklerinde iyice bunalmışlardı. O zamanlar hükümette etkin bir isim olan Turhan TAYAN’a durumu anlatıp ricacı oldular. Allah ondan razı olsun, bir ay içinde Şeşe’nin tayini Bursa’ya çıktı. Bursa rahatlıktı onlar için. Hem memleketleri, hem de ailelerinin ve dostlarının bulunduğu yerdi. Nihayet Can da okulu bitirdi, bir an önce gidip dönmek için stajını yarım bırakıp kısa dönem askere gitti. Acemi birliği Bornova, sonrasında Burdur topçu tugayı. General çok disiplinli ve çok sert bir mizaca sahipti. Örneğin posta, generalin kıyafetlerini ütüden alıp getirirken, yolda katlanmış elbiseyi gören askerler kaçacak delik arıyordu. Bu nedenle yanında emir subayı pek durmuyordu. Avukat akıllı adamdır deyip, resmiyette general muhafızı ama fiiliyatta emir subayısın diye gazladılar ve komutanlık binasına attılar zavallı çavuşu. Bir generalle aynı binada, hatta aynı arabada olmak stresli bir işse de, (ki Can’ın Burdur ve Antalya sıcaklarındaki en büyük korkusu, Menager’ın klimasının bozulmasıydı. Allahtan öyle bir şey olmadı.) o altı aylık dönemde generalle gezdiği yerlerde, tugay ve tümenlerde, pek çok değerli tecrübe kazanmıştı Can. Her sayılı gün gibi askerlik de bitti. Bursa’ya dönüp stajına devam etti, muhteşem bir insanın yanında tamamladı. Başka hayatlara bakabilmeyi, başkalarının acısını hissedebilmeyi ondan öğrendi. Cüppesini de o giydirdi. Allah İsmail ağabeye sağlıklı ve uzun bir ömür, çok da torun versin. Bu arada yeni bir yolcu ısmarladılar Can’ın ısrarıyla. Bir kız daha geldi; Şeyma. Bu seferki kara kuru bir şeydi. Can onu da çok sevdi. Şeşenin çöpe bırakalım ısrarlarına hep karşı durdu. Çirkin ördek yavrusu da bir gün çok güzel bir kız oldu. Hayat öyle ya da böyle akıp gidiyordu. Fena da değildi. Annesi 45 yaşındaki Can’ı yanaklarını ısırarak derin bir aşkla sever, babası “elalemin karısına asılma” diye şaka yapar, kayınvalidesi Can’ın saçlarının siyahlığına bile hayran hayran bakar, her seferinde sevecek yeni bir şeyini bulurdu. Kayınpederinin ise bir kez bile yüksek sesle konuştuğunu görmemişti. Son derece saygılı ve nazik bir insandı. Sonra bir lanet gibi acılar üst üste gelmeye başladı. Babası prostat kanseri, annesi felç, kayınvalidesi alzheimer oldu. Kayınpederi de bacağını sakatladı. Her ikisi de ailelerinin tek çocuğuydu. Dört yaşlıya birden yetişebilmek zor da olsa, şikayet etmeden ellerinden geleni yaptılar. Sonra yaprak dökümü gibi bir bir göçtüler. İki yıl içinde anasız babasız kaldılar. Bir insanın ancak anne ve babası öldükten sonra büyüdüğünü, çünkü onlar sağ iken birilerinin çocuğu olmak, yani “çocuk olmak” gibi imtiyazlarının olduğunu, bu imtiyazların ölümle birlikte yitip gittiğini, artık hiç kimsenin çocuğu olmadıklarını anladılar. Bu koca dünyada birbirlerinden başka kimseleri kalmamış hissediyorlardı. Bir de üniversiteden arkadaşı, ahıretliği, can yoldaşı ortağı Murat’ın vefatı iyice alt üst etti Can’ın ruhunu. . . / . . Yazının devamı 28 Ağustos Cumartesi günü yayında…

Diğer Haberler